Ümit Yaşar Işıkhan – ŞİİR NEDİR?

umit yasharEdebiyatın büyülü ırmaklarına bulaştığımız ve ruhumuzun ıslaklığını hissettiğimiz günden beri “şiir Nedir?”  hep sorduğumuz soruydu aslında… Dönemsel olarak “Şiirin tanımı yok” deyip işin kolayına kaçmadık hiçbir zaman. Çünkü, Hayat bizleri hızla törpülerken, sorgulamayı da bilincimize bırakıp akıyordu… “Renkler ve zevkler tartışılmaz” anlayışının sorgulandığı kıyılarda felsefenin yol aydınlığıyla emeğin savunucuları olarak hep sahnedeydik.

Artık, “renkler ve zevkler tartışılmaz” teslimiyetini ve statik söylemine sığınan anlayışları şiddetle eleştiriyor ve hayatın diyalektik ırmağında oluşan beyaz köpüklerin gerekçesinde tümseklik oluşturan kayalıklar olduğunu örnekleyerek, büyük ve bilgili şair havalarına sarılıyorduk.

Artık her şey tartışılıyordu. Tartışılmalıydı da…

En kötü koşullarda olayların dayandığı gerekçelerin psikolojik katmanlarına girip hayatın üstündeki perdeleri sıyırmaya çalışıyorduk. Biz, hızla yaşlanan çocuklardık… Büyümek zorundaydık ve büyürken mevcut bütün değerleri ret edip yerine bir şeyler koymaya ve hayata bir şeyler katmaya çalışıyorduk…

Peki, her şeyi açıklamaya, dönemsel veya tarihsel izlekleriyle her şeyi ayrıştırmaya başlarken hepimizin arkasında saklandığı “Şiir neydi ?” Her şeyin bir tanımı vardı ve olmalıydı da…

Birbirimize bakarak yorumlamaya, sıkıştığımız yerde ünlü bir şairin söylemine sığınmaya, aldığımız örneklerle tanımlamaya çalıştıkça önümüzde açılan atlasta yerden yere savruluyorduk…

Şiir matematiktir… Söylemek kolay… Peki nasıl?

En sarsıcı yaklaşım buydu… Şiir matematikmiş!

Bilgiçlik taslayan bizler hemen Marks’tan, Engels’ten, Lenin’den, S.Froyd’tan ve nelere sığındıysak oradan aldığımız ateşle yola çıkmaya kendimizi kanıtlamaya veya tanımı yok denilen şiire bizce bir tanım geliştirmeye yarışırdık…

Sonra inandık… Zevkler ve renkler hızla ayrıştırılarak hayat dinamikleri arasına psikolojik pencereleri de açarak terapi yapar gibi ruhumuzu ameliyat ettik… İşte bu süreçte Şiirin Matematiksel bir sonuç olduğunu kabullendik…

Efendim, sözcüklerin içindeki söz ve oradan hareketle sesin içindeki tınıları anlamla buluşturarak; sesin insanla buluştuğu anaforu oluşturmak… Yangında serin sulara girmek… Sözcüklerin içinde saklanmış olan kanatları kelebeklerden ödünç almak… Magmanın içinden çıkan hırçın lavları kalıba döküp şekil vermek, yani sözcüklerden yeni bir dünya yaratmak ama müzik eşliğinde, duygu ve düşüncenin birbirine armağan ettiği gökkuşağından düşen kelebeklerin kanat seslerini duyarak rüzgar eşliğinde duygularla sevişmek…

Evet doğru… Şiirin tanımı buydu… Yani, düşüncenin bir iğne oyası gibi işlenerek, duygusal ve ruhsal bir boyutta melodiye dönüştürülmesidir.

Salt düşünce veya söylem ağırlıklı olursa, politik bir bildiri…

Salt duygusal anaforun yansısıysa; melankolik bir söylem…

Salt ruhsal alternansları taşıyorsa; sözcüklerin idam saatindeki hücresi.

Bu nedenle hepsi kendi içinde orantılı ve dengeli olmalı… Yani, matematiksel; duygu ve düşüncenin, estetikle matematiksel dengenin sağlanmasıdır. Yani, emektir… Var olan duygu ve düşüncelerin bir kuyumcu tezgahında işlenerek, anlam ve içsel müziği buluşturarak büyülü bir tınıyı uçurtmalara armağan etmektir… Ve şair bütün bunların işçisi… Tıpkı, Mayakovski’nin şiirinde, şiiri ve şairi anlattığı gibi… Gün boyu ağır sözcükleri taşıyarak, karmaşık atölyesinde  melodi söyleyen bir anıta dönüştürmesi gibi…

Zor mu? Evet… Daha önce kolaydı tabi… Aşık ol, yaz… Hüzünlen yaz… Ayrıl… Buluş… Kırıl… Yaz… Ama şimdi öyle değil artık. Şiir yolculuğu sürdükçe, yazdığım formata uygun şiir yazmanın zorluğunu anlamaya başladık… Yani, her dizesi tek başına şiir olan, dizelerin kendi aralarında organik bağlarını oluşturup, bir dizeden bağımsız birçok dizenin içsel ve düşünsel diyalektiğini kurmak–şiir oluşturmak, zor… Tabi, öyküselliğe sığınmadan, has şiirin kıyılarından ve cehennemimden sıyrılıp yeni bir dünya yaratmak zor…

Bu nedenle artık günümüzde şiir yok… Şair çok ama şiir yok.

Mevcut şairlere bakınız… Tin… tin… tin… Kendi kendini tatmin eden ruhsuz ve eylemsiz bir dünyanın, çıkmaz sokakların karanlığına yolculuk yapan ve sürekli kendini tekrarlayan, güne ve hayata tanıklığı ve dokunuşu olmayan bir zavallı konumundadır. Şiir ölüyor mu yoksa!

Dilden dile dolaşan ve hepimizi kucaklayan, şairinden dışarı çıkan şiir kalmadı… Hayata tanıklığını yaparken umut ışığını da içinde taşıyan şiirlerin devri de bitti, gibi… İşin acı yönü can çekişen şiirin yerine yeni bir şey de konmadı. Hayatın içinde kucaklaştığımız ve her şeyin bir çırpıda eskidiği sanal buluşmaların yerine ayakları yere, gözleri gökyüzüne, elleri dünyanın öbür ucuna uzanan şair ruhu da kalmadı. Savaşlar, göçler, ölümler, acı çeken, ağlayan, yok edilen canlıların sesini duyacak kulak da kalmadı… Bu nedenle görmeyen, duymayan bir şairin şiiri de olmaz…

Ruhunu popülizmin sanal cennetinde gezdiren bir şairin şiiri yoktur. Çünkü gerçek şiir, insana, doğaya, hayata aşktır. Kanlı savaşların içinde barışa koşan bir taydır. Kalın duvarları, demir parmaklıkları yıkarak gün ışığında ve korkmadan herkesin içinde özgürlüğü haykırandır… Yani gerçek şiir; ekmektir… Süttür… Sevgi ve kardeşliktir. Özgürlük ve barıştır… Çünkü şiir hayattan beslenir… Kavgadan ve aşktan beslenir… Umuttan ve inançtan gücünü alır… Çocuklardan ve kelebeklerden kanat alır. Kuştur… Fırtınadır… Yangındır… Ve direnen insanlığın bir gün aydınlığa çıkacağının müjdecisidir… Vicdanıdır Mesih’in. Ve biliyoruz ki, aşkları ve kavgaları olmayan birey ve toplumların şiiri ve şairi olmaz… Bu yüzden, bütün çanları susturun. Çocukları kör ve sağır doğmaya başladı yaşlandığımız hayatın…

“Ege’de bugun”

Yazıya 1001 dəfə baxılıb

Şərhlər

Şərh

Pin It

Comments are closed.